21 Kasım 2012 Çarşamba

TUTUKLU ASKERLERİMİZ ve BİR ÖZELEŞTİRİ



Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe'de yatanların her mektubu yüreğimizi yakıyor, hukuksuzluğa isyan ediyoruz. Özgürlükleri en büyük dileğimiz ve hedefimiz. Onlar içeride iken özgür olmak bile bizi rahatsız ediyor. İktidarın yaklaşımlarını ise hiç gündeme dahi getirmiyorum. Bu hukuksuzluğu yaratanların kafasına geçirmek boynumuzun borcudur.

Ancak, tarihten ders almaz isek tarihin tekerrürü kaçınılmazdır. Yaşadıklarımızı değerlendirerek, eleştirerek önümüzdeki yolda kazaya uğrama olasılığımızı düşürmek elimizdedir. Düşmanımızı tanıdık, silahlarını gördük, taktiklerini çözdük. Bundan sonra eskiye göre daha hazırlıklı olmamız gerekir.

TSK çok büyük bir gaflete düşmüştür. İşbirlikçilerinin desteğini de alan güçler, TSK ni pusuya düşürmüşlerdir. Ama burada TSK nin de tartışılması gerekir.

Genel Kurmay dinleniyor, yazışmalar elden ele dolaşıyor, bilgisayarlara müdahale ediliyor, askeri bölgelerde, lojmanlarda habersizce veya arama sırasında sahte evrak ve CD'ler gizlenip sonra bulunuyor. Bunlar TSK'nin içinde bulunduğu yetersizliği göstermeye yeterlidir.

Tüm yaşanan hukuksuzlukların öncesinde, 2007 yılında dönemin Genel Kurmay Başkanı, Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında ne olduğu hala anlaşılamayan bir yazı yayınlayarak AKP nin ekmeğine yağ sürmüştü. O yazı üzerine AKP horozlanarak, demokrasi havariliğine soyunmuş, E-MUHTIRA tanımını siyaset lügatına sokmuş ve anti militarist söylemlerle konumunu çok güçlendirmişti. (AKP bu gün o yazı için muhtıra değildi demeye başlamıştır.) Konuşulanların mezara gideceği Dolmabahçe görüşmeleri ile birlikte TSK ne yönelik açık sözlü saldırılarda o olayla başlamıştır.

TSK ile ilgili iktidarın hedefi belli idi. Yavaş yavaş ama açıkça ortaya konmuştu. TSK ni en azından yıpratmak istediklerinin sıradan vatandaş bile farkındaydı.

Açılan ilk kampanya Askeri Darbeler artık bitmiştir, bundan sonra askeri darbe olmaz iddiası iktidar, yandaşları, aydınlar, AB ve ABD tarafından desteklendi ve topluma kabullendirildi. TSK nin elinden Cumhuriyet'i Koruma ve Kollama Görevini almayı amaçlayan bu tuzağa düşmemesi gereken TSK bile bu tuzağa düşmüş hatta bu doğrultuda açıklamalar yapmıştır.

Oysa, Koruma ve Kollama Görevi yasa ile TSK ne verilmişti. TSK, içindeki iktidara yandaş olanların da gizli propagandası ile bu görev ihmal etti.

Bu gelişmeleri, Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ ve diğer Komutan'lar ya değerlendiremedi ya da gerekli tedbirleri almadı.

Büyük bir basiretsizlik de tutuklama ve aramalarda yaşandı. Temelsiz iddialar ile Teğmen'den başlayan ve sonuçta Eski Genel Kurmay Başkanı'na varan tutuklamalar oldu. Bu süreç doğru yönetilemedi. Bu gün tutuklu olan o dönemin Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ makamının gerektirdiği sorumluluğu taşıyamadı. Yine tutuklu olan Komutanlar da gidişe müdahale etmedi/edemedi. Belki de düzenle kavgalı olmamak için, belki gafletten. TSK savunmaya çekildi. Saldırılara karşı saldırı geliştiremedi.

Ordu'nun beyni diyebileceğimiz Kozmik Oda'ya iki Astsubayın cebinde Bülent Arınç'ın ev adresinin krokisi bulundu diye girildi. TSK nin bütün sırları, planları, stratejileri ele geçirildi. Kimlere servis edildiği dahi bilinmiyor. Hukuksuzluk ve saldırılar ya oradan çıkan belgelerden alınan bilgilerle veya o eylemden alınan cesaretle hızlanarak ve küstahlaşarak arttı. Ama Genel Kurmay buna bile tepkisiz kaldı.

İlk Teğmen teslim edilmeseydi. MGK irticai faaliyetlerin takibini ve önlenmesini kararlaştırmıştır. Anayasa Mahkemesi'de AKP nin irticai tehdit olduğunu hüküm altına almıştır. TSK Anayasa Mahkemesi'nin hükmü doğrultusunda MGK nın kararlarını uygulamıştır. TSK ve hiç bir personeli suçlanamaz ve hiç bir suçu kabul edemez. Suç iddiası varsa da bu suç askeridir ve Askeri Yargı'da araştırılacaktır denilseydi. Polis Karargah'a biber gazı ile mi girecekti? Ya da bu günkünden daha mı karışık bir hal alacaktı hukuk?

Kozmik Oda devletin kalbidir. Ne polis, ne hakim ne de savcı girebilir denilseydi ne olurdu? Polis ve TSK silahlı çatışmaya mı girerdi? Girseydi, TSK bu gün iktidarın içinde bulunduğu durumdan daha mı haksız konuma düşerdi?

İktidar olma gücü her türlü haksızlığı kapatır diyenler kısmen haklıdır. Haklı olan, doğru olan sahip olduğu gücü ve yetkiyi kullanmazsa güç haksızın eline geçer. İsmet İnönü'nün "Bir toplumda iyiler, kötüler kadar cesur olmaz ise, o toplum batar" sözünde ki cesareti sadece savaş meydanında düşman üzerine gitmek olarak yorumlamak olmaz. Kötünün her silahını kötüye karşı kullanmak, bu sözü daha iyi açıklar. Ne yazık ki, bu fırsat o aşamada kaçırılmıştı.

Değinmek istediğim bir diğer hususta zindandaki komutanların bireysel tavırları üzerine. İçinde bulunduğumuz durumda, Cumhuriyet'in sorumluluğunu hisseden her vatandaş elini taşın altına sokmasının gerekliliğinin farkında. Üzerine düşen neyse yapmaya hazır.

Cumhuriyet'i korumak ve kollamak görevi yasa ile kendisine verilmiş bir kurumun mensubu askerlerin de o dönem ki teslimiyetçi tutumları da hoş görülmemeli. TSK askerinin, en alt kademeden en üst kademeye kadar, ülkenin gerçekleri ortada iken teslim olmak için kendi ayakları ile gidip kelepçeye ellerini uzatmaları hukuka saygı adı altında açıklanamaz. Hukuk elastik bir yapıdadır. Bu gün siyah olan, yarın beyaz olursa, eski beyaz düzen dışı olur ve yasalar onu yargılar. Bu gerçeği görenler, doğru ve haklı oldukları ölçüde hele ki görevi Cumhuriyet'i korumak ve kollamak olan TSK personeli teslim olamaz.

Hasan Tahsin adı hepimizin gönlünde yatar. O ilk kurşunu sıkarken, kendi canını düşünmemişti, ya da işgalcilerin hukukunu tanımamıştı. O doğru olduğuna inandığını yapmıştı ve kurtuluş mücadelesinde bir kıvılcım çakmıştı. O kıvılcım bu tarihte yakılmadı. Kitleleri, kurumları ayağa kaldıracak hiç bir eylem yapılmadı. Mektupta da yazdığı gibi Komutanımın kuzu kuzu teslim olmak bir meziyet gibi algılandı. Asker teslim olur mu? Her askerin belinde beylik silahı, her silahta en az altı kurşun vardı. Bu beylik silahı neden taşıdıklarını düşündüler mi?

Milli Mücadele'yi başlatan başta Atatürk olmak üzere o ve silah arkadaşları haklarında açılan davalara itibar ettiler mi? Haklarında çıkan idam fermanları onların mücadelelerini durdurdu mu?

Mahkeme'lerde biz masumuz, biz bir şey yapmadık diyenler, o yapmadıkları şeyler için orada olduklarının farkındalar mı acaba? Eğer rüzgar terse esseydi bu gün gerek içeride, gerekse dışarıda ki muvazzaf veya emekli bir kısmının Vatana İhanet veya Görevi İhmalden Askeri Yargı da yargılanıyor olacaklarının farkındalar mı?

Kurum olarak TSK ni ve kişi olarak komutanlara yönelik eleştirilerim, TSK nin gönlümdeki yerini değiştirmez. TSK her zaman bu Cumhuriyet'in millet ile beraber bekçisi olacaktır. Şimdi görev başında ki komuta kademesi her ne kadar iktidar ile aynı yolun yolcusu olsa da, TSK nin içinde daha nice Yurtseverler, nice Atatürkçü'ler vardır. Ve gerektiğinde onlar da bu mücadelede bizlerle olacaklardır.

Bu yazıyı körü körüne bir eleştiri veya suçlama amacı ile kaleme almıyorum. Biz eğer bu gerçekleri kabul etmez isek mücadeleye eksik bir irade ile başlamış oluruz. TSK nden sonra hedefte bir çok kurum var. Onların bu hataları tekrarlamaları gerek. Ya İstiklal Ya Ölüm diyerek kazanılan milli mücadele önümüzde örnek olmalı.

20 Kasım 2012 Salı

20.12.2012 HABERLERRRR

Dış İşleri Bakanı Davutoğlu ve Erdoğan'ın oğlu Gazzeye gitti. Gazze'de Öldürülen Hamas Liderinin evine taziyeye giden Davutoğlunun hıçkırarak ağladığı görüldü. Oradan hastaneye giden Davutoğlu gelen yaralıları görünce sadece ağlarken çocuğunun cenazesi başında ağlayan babayı görünce gene hıçkırarak ağladı.

Haftasonu 5 şehit daha verdik. Bir ayda şehitlerimizin sayısı 50 yi buldu. Şehit cenazelerinde şehitlerin kimi yakınları göz yaşı dökerken, kimisi ağlayıp o hainleri sevindirmeyeceğim diyerek gözyaşlarını içine akıttı.

Davutoğlu ile Gazze'ye giden Erdoğan'ın evli ve bir çocuk babası oğlunun Testis kanseri nedeni ile çürük raporu aldığı için askerlik görevini yapamadığı bildirildi.

Esad Gazze'ye silah, askeri güç ve insani yardım gönderdi. Davutoğlu ve Erdoğan Esad ı devirmek için islami mücahitlere yardımların devam edeceğini ABD ve İsrail ile ortak çalışmalarının süreceğini açıkladılar.

Bülent Arınç 70 gündür hepsi Türkçe konuşan KCK ve PKK sanıklarının anadilde savunma hakkı ve APO nun tecritinin kaldırılması talepleri ile başlayan açlık grevlerinin taleplerinin kabul edilmesi ile son bulduğunu büyük bir mutlulukla Türkiye ye müjdeledi. 70 gündür açlık grevi yapan PKK lıların hiç bir sağlık sorunu olmadığı gibi kimisinin kilo bile aldığı açıklandı.

Balbay ve Özkan'ın tecritleri devam ediyor. Ergenekon Davasında sanıkların tanık dinletme talepleri rededilyor.

HABERLERİ İZLEDİNİZ.

2-DEMOKRAT PARTİ-ÇOK PARTİLİ REJİM



ASLA BİR TARİHÇİ GÖZÜ İLE KALEME ALINMIŞ BİR YAZI DEĞİLDİR. O DÖNEME AİT BİLGİLERİN ÇOK ÇEŞİTLİ KAYNAKLARDAN DERLENEREK HAZIRLANMIŞ, BİR ÖZETİ AMAÇLANMIŞTIR. CİLTLERLE ANLATILABİLECEK O DÖNEMİN 3-4 SAYFAYA SIĞDIRILMASINA İMKAN DA YOKTUR. HATA OLMAMASI İÇİN GAYRET GÖSTERDİM, AMA VARSA DA AFFOLA...

1938-1945 yılları bütün dünya için zor yıllardı. 2.Dünya Savaşı dünyanın yaşadığı en büyük vahşet ve yıkımı getirmişti. Türkiye açısından ise zorluklar daha farklıydı. İsmet İnönü'nün akıllıca yürüttüğü politikalarla Türkiye 2.Dünya Savaşı'nın vahşet ve yıkım etkisini yaşamasa da, dünyanın içinde bulunduğu şartlar gereği alınan tedbirlerle, halk büyük ekonomik sıkıntılar yaşamıştı. Bu sürece tüm ülkenin saydığı Atatürk gibi bir liderin 1938 yılında ölümü eklenince yaşanan sıkıntılarda artmıştı. 

Şöyle ki; Atatürk millet üzerinde egemen güç ve doğal bir otorite idi. Atatürk'ün varlığı dahi, rejime yönelik yıkıcı hareketlere engeldi. Atatürk'ün 1938 yılında vefatı, tek lider'in, ulusun önderinin kaybı, rejim düşmanlarının rahatlamasına ve eyleme geçmeleri için uygun bir ortamdı. Devlet otoritesinin tesisi rejimin sağlığı ve devamı için şarttı. Bu gün eleştirilere açık olsa da o dönemin şartları için gerekli olan bazı tedbirler alındı.

Atatürk’ün ölümü üzerine Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 26 Aralık 1938’de toplanan CHP kongresinde yapılan tüzük değişikliği ile “Değişmez Genel Başkan” oldu ve “Milli Şef” ilan edildi. Gerek 2.Dünya Savaşı nedeni ile oluşan dış tehditler, gerekse Atatürk'ün vefatı ile sarsılan rejime yönelik iç tehditler nedeni ile Düşünce Özgürlüğü Sıkıyönetim idarelerince kısıtlandı. Bu kısıtlamalar ve savaş tedbiri olarak alınan ekonomik tedbirler halkta bir yılgınlığa yol açsa da 2.Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile tüm dünya ile birlikte demokrasi rüzgarları Türkiye'de de esmeye başlamıştI. Tek Parti döneminde atılan adımlar sonuç vermeye başlamış, Cumhuriyet'in ruhuna uygun olarak çok partili sisteme geçişin alt yapısı oluşmuştu.
Türkiye Cumhuriyeti'nin çok partili sisteme geçişi dünya siyaset tarihinde örneği olmayan bir harekettir. Örneği yoktur ki; tek parti yönetimi kendi kadrosunda ki bürokrasi ile çok partili rejime geçsin. Dünya da esen demokrasi rüzgarının da etkisi olmakla birlikte bu İsmet İnönü'nün devlet adamlığının ve demokrasiye inancının en açık ispatıdır.

1945 Mayısında, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Tasarısının, TBMM’ de görüşülmesi sırasında, ağalık sistemine son vererek, köylüyü toprak sahibi yapmayı amaçlayan bu yasa Ege'nin büyük toprak ağalarından biri olan Adnan Menderes ‘in parti içinde muhalefetine neden olmuştur.

7 Haziran 1945 tarihinde de Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuad Köprülü ve Adnan Menderes yukarıda anılan yasaya karşı muhalefet oluşturarak tarihe “Dörtlü Takrir” diye geçen hareket ile CHP'den ayrıldılar. Dörtlü Takriri hazırlayanlar 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurdular. 

Çok partili siyasal hayat aslında, 18 Temmuz 1945’te Milli Kalkınma Partisi’nin kurulmasıyla başladı. Ancak bu parti bir varlık gösteremedi. 

Demokrat Parti kuruluşunda, devletçiliğin, özel girişimi desteklemek amacıyla uygulanacağı belirtilir. Kamu iktisadi kuruluşlar, özel girişime devredilecek, memurlara sendika kurma, işçilere grev hakkı tanınacaktır. Yönetim ise halkın hizmetinde olacaktır. TBMM’den partiye katılanların sayısı dört kurucu ile birlikte 6’da kaldı.

Başka partiler de ortaya çıkar ve doğal olarak solcu partiler de kurulur. Bunların içinde ikisi, Şefik Hüsnünün Türkiye Emekçi ve Köylü Partisi ile Esat Adilin Sosyalist partisi, akla ilk gelen ciddi sol partilerdir. Ne var ki zamanının sıkıyönetimince o dönem egemen olan SSCB ve komünizm tehdidi nedeni ile çok geçmeden kapatılırlar.

Türkiye'de ilk çok partili seçim 21 Temmuz 1946 tarihinde 5 Haziran 1946 tarihinde değiştirilen Seçim Yasası ile getirilen açık oy gizli sayım esası ile yapılan seçimlerle gerçekleşmiştir. Bu seçimde CHP %61 ile 397 milletvekilliği alırken, Demokrat Parti %13 oy ile 61 milletvekilliği kazanmıştır. Bu seçimler, açık oy, gizli sayım ilkesi sistemi ile yapıldığı için haklı olarak tarihe şaibeli seçim olarak geçmiştir.

1946 - 1950 dönemi Demokrat Parti için yoğun bir propaganda dönemiydi. 2.Dünya Savaşı yıllarında, yaşanılan yokluklar, sıkıntılar, sıkıyönetim ile sınırlandırılmış özgürlükler, Milli Korunma Kanunu uygulamaları, halkı CHP yönetimine karşı soğutmuştu. Yeni kurulan Demokrat Parti ise, vaatleriyle bir kurtarıcı gibi görünüyordu. Öte yandan savaş ortamında zenginleşen burjuva kesimi, ellerindeki birikimi değerlendirecek liberal bir ortama ihtiyaç duymaktaydı.Bu kesimlerin desteği ile çıkarları büyük kitlelerin çıkarları ile zıtlaşan sınıf ve zümrelerin yanı sıra en başta sermaye sınıfının sözcüsü olarak tarih sahnesine çıkmıştır.

Sözde liberalizm adına CHP ye saldırırken öte yandan toplumun en gerici, sömürücü, güçlerin tepkilerini, vicdan özgürlüğü görünümü altında CHP‘nin temsilcisi olduğu laikliğe karşı kullanır. Böylece toplumun en gerici kesimlerine dayanarak, onların sömürü ağı içerisindeki geniş halk kitlelerini de kendi çevresinde toplamayı bildi.

Demokrat Parti, her alanda liberalizmi savunuyordu. Kuruluşunda ise liberal/sol bir çizgiye oturmuştu.

1947’den sonra DP içinden başlarını Fevzi Çakmak’ın çektiği önemli bir grup koptuysa da bu hareket tabanın desteğini alamadı.

14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlere yedi parti katıldı: CHP bütün illerde, DP Hakkari hariç bütün illerde, Millet Partisi 22 ilde, Milli Kalkınma Partisi 3 ilde, Toprak Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi, Türk Sosyal Demokrat Partisi ve İşçi Çiftçi Partisi sadece İstanbul’da seçimlere girdi.8 Seçim sonuçlarına göre DP % 53.3 oranla 408 milletvekilliğinin sahibi olurken CHP % 39.9 oranla 69 milletvekilliği kazanmıştı.

Bu seçimde CHP'nin aldığı %40 oy oranı ülkenin gerçekleri sonucu oluşan sıkıntılar üzerine yapılan propagandaya rağmen bir başarı olarak nitelendirilmelidir.

14 Mayıs 1950 seçimleri ile Cumhuriyet Tarihimizde çok tartışılan ve olumlu-olumsuz bir çok siyasi temelin atıldığı Demokrat Parti iktidarı başladı.

Yeni TBMM, 22 Mayıs 1950 toplanarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Üçüncü Cumhurbaşkanlığı’na Celal Bayar’ı, TBMM Başkanlığı’na da Refik Koraltan’ı seçti. Celal Bayar, aynı gün yemin ettikten sonra Adnan Menderes’le görüştü. Menderes’e başbakanın kimin olması gerektiğini soran Bayar, Menderes’ten Fuad Köprülü cevabını aldı. Menderes parti başkanlığı ile başbakanlığın ayrılması gerektiğini, uygun görülürse partiyle kendisinin ilgilenebileceğini söyledi. Ancak Bayar, Menderes’i hem Başbakan, hem de parti başkanı olarak atamaya çoktan karar vermişti. Çünkü Menderes’in başbakanlığı demek Bayar’ın siyaset iplerini Çankaya’da elinde tutması anlamına gelmektedir. Celal Bayar’ın, Menderes’i Başbakanlığa getirmesi ile kendisine de 10 yıl sürecek Çankaya Köşkü’nün kapılarını açmıştır.

Adnan Menderes’in Başbakan olmasıyla on yıl sürecek Demokrat Parti dönemi başlamış oluyordu. Bu on yıllık sürede Demokrat Parti ile Menderes isimleri özdeşleşmiş, ikisinin de yükselişleri, düşüşleri ve sonları aynı olmuştur.

1954’e kadar süren bir liberalleşme dönemi yaşandı. Bu dönemin temel özelliği 1950’ye kadar biriktirilen bütün rezervler akıtılarak başta ABD olmak üzere batı ülkelerinden bol bol kalkınma yardımı alınarak (Türkiye, Truman Doktrini ve Marshall Planı ile ABD’den ilk yardımlarını almaya başlamıştı.) ülkenin bir ekonomik refah dönemine girmesidir.

2.Dünya savaşı bitmiş, iki kutuplu soğuk savaş dönemi başlamıştır. Yeni iktidar daha ikinci ayında, para beklentisi ve komünizm fobisi etkisi ile 1950 yılında Kore’ye asker göndererek ABD yanında yer aldığını göstermiştir. 

Yine bu dönemde 1951 yılının Mayıs ayında İngiltere Dışişleri Bakanı Morrison tarihe “Morrison Mektubu” olarak geçen belgeyi Türk hükümetine iletti. Morrison mektupla Türkiye’nin Atlantik Paktı’na alınmasına taraftar olduğunu belirtiyor ve diğer devletler nezrinde de gerekli girişimleri yapacağını taahhüt ediyordu. Ancak İngiltere bir şart öne sürüyordu: ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye arasında Orta Doğu’nun savunmasını sağlamak üzere başka bir savunma sisteminin kurulması.

Bu Türkiye'nin NATO'ya girişi ve emperyalizme kapılarını açması anlamına geliyordu. Ulusal Bağımsızlık fiilen son bulmaktaydı. NATO üyeliği tek parti döneminden beri savunulduğu için Meclis'ten oy birliği ile geçti.

Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte dış politikasının yanı sıra iç politikasında da önemli değişiklikler oldu.

ABD’nin etkisi ile Balkan ve Bağdat paktları oluşturulur.

İç politikada ise, başbakanlığa getirilen Adnan Menderesin ilk işi, okuduğu ilk hükümet programında ‘’millete mal olmuş/olmamış devrimler tartışmasını başlatmak olmuştur. Partiyi destekleyen tutucu kesimi mutlu etmek adına arapça ezan yasağı kaldırılır. Bu kesime siyasal çıkarlar adına seçim kampanyalarında başlayan ödün vermeler iktidara gelince de devam eder. Aynı programda hiç gerçekleşmeyecek vaatler sıralanırken muhalefette iken vaad ettiği grev hakkından hiç bahsetmemektedir. 

Köy Enstitüleri tamamen kapatılır. Köy Enstitüleri köylünün yerinde eğitilerek, çağdaş tarımı ve köyün kalkınmasını sağlayacak becerilerin verildiği, sayısız Cumhuriyetçi Eğitmenin yetiştirildiği birer eğitim ve aydınlanma yuvalarıydı. Eğer Köy Enstitüleri kapanmamış olsaydı bu gün Türkiye Cumhuriyeti her açıdan çok farklı bir yapıda olacaktı. Çağdaş tarımı öğrenen, eğitimli köylülerimiz tarımı, hayvancılığı, köylerini kalkındıracak, tarımda ve hayvancılıkta önder ülke olup, köyden kente göç yaşanmayacaktı.

Ancak, ağalık düzeninin genlerini taşıyan Demokrat Parti için bu tablo son derece ürkütücü idi. Köylünün bilinçlenmesi sonucu oluşacak yapı eninde sonunda ağalık düzenine son verecekti. Yüzlerce halk odası ve Halk evinin kapısına kilit vurulurken yine aydınlanmanın önüne geçmek hedeflenmişti. Demokrat Parti ve devamı sağ partiler her zaman din sömürüsü ile yönetilebilecek cahil bir toplumu arzulamışlar ve ne yazık ki başarmışlardır. *Köy Enstitüleri ile ilgili Doğu Perinçek'in bir yazısını yazının sonuna ekledim.

1951 yılının başlarında hükümet, Kırşehir’deki Atatürk büstünün tahrip edilmesi olayı üzerine “inkılap ve Atatürk aleyhine işlenmekte olan suçların artma eğilimi gösterdiği” kanaatine vardı ve “Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” tasarısını hazırlayarak TBMM’den geçmesini sağladı. Bu yasada amaç Atatürk'ü sahiplenerek CHP nin elini zayıflatmak amacı taşıyordu. Demokrat Partililer 1946-1950 döneminde iktidar partisi CHP’yi Atatürk’le ilgili birçok konuda eleştirmişlerdi. Öncelikle, Anıtkabir’in yapımının geciktirilerek Atatürk’ün Etnografya Müzesi’nde bekletilmesi, ayrıca para ve pullardan Atatürk’ün resminin kaldırılarak İnönü’nün resminin basılması DP’lilerin başlıca eleştiri konularındandı. Bu ithamlar bu gün de AKP tarafından aynen sürdürülmektedir.

Özel sektörün ve yabancı sermayenin desteklenmesini öngören iktisadi politikaları hayata geçirirler. Özel teşebbüsü desteklemek üzere 1950 de Türk Sınai Kalkınma Bankası kurulur. Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu ile Petrol Kanunu çıkarılır.(Bu kanun o yıllardan bu yıllara tartışılan bir konu olup ayrıca incelemeyi gerektirir.) 1954 yılında ABD gezisine çıkan Cumhur Başkanı Celal Bayar dönüşte ünlü mesajını açıklar ‘’Amacımız, Türkiye’yi küçük Amerika yapmaktır!’’ 

Gerçekten de Ülkede ekonomik anlamda çok büyük bir rahatlama olmuş, üretim artmış, milli gelir hızla yükselmiş, karayolları, barajlar yapılmıştır.Demokrat Parti, kendine liberal dese de devletin ekonomik alanda payı azalmamıştır. Kalkınma için her ne kadar sanayileşme gereği vurgulansa da ekonomik başarılar tarım alanında olmuştur. Bir taraftan CHP ‘nin savaş zamanında biriktirdiği, döviz, altın yedekleri, bir taraftan artan ABD askeri ve ekonomik yardımları bir araya gelince 1950 ve 1954 yıllarında hızlı bir ekonomik gelişme ve ferahlama yaşanmıştır. Bu dönem tarihe Demokrat Parti'nin altın dönemi olarak geçmiştir.

1954 Seçimlerinden önce DP, temel olarak kalkınmayı ve köylüye sağlanan desteği vurgulayarak seçmenlerden oy istedi. CHP’liler ise Petrol Kanunu’nun yeni bir kapitülasyon olduğunu belirterek, yabancı sermayenin Türkiye’ye gelişinden duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. CHP’nin yediği ekonomik darbelerle sönük geçen seçim kampanyasının aksine DP, 1954 seçimlerinden önce son derece renkli ve hareketli bir kampanya yürüttü. CHP Genel Merkezi'nin seçim sonrası hazırladığı rapora göre CHP seçimler için 158 bin lira harcarken DP’nin kasasından 1.5 milyon lira çıkmıştı.

Bu gelişmelerle gelinen 2 Mayıs 1954 seçimlerinde Demokrat Parti daha büyük bir başarı ile yine iktidar oldu. Aynı zamanda bu düşüşün de başlangıcı olacaktır. DP oyların yüzde 56,6’sını alarak 541 milletvekilliğinden 503 nü, CHP ise yüzde 35 oy alarak sadece 31 ni çıkarır. Yürürlükte olan çoğunluk sistemi DP’ye milletvekilliklerinin neredeyse tamamını kazandırmıştı: % 56.6 oy karşılığında milletvekillerinin % 93’ü.

Demokrat Parti seçimlerden sonra yeni bir havaya büründü: “Parti en kuvvetli olduğu bir zamanda hatalar işleyecek ve sona doğru giden bir yola girecek gibi görülüyordu." Cumhurbaşkanı Celal Bayar başta olmak üzere birçok DP’li, seçimlerde CHP’ye çalışmış memurların cezalandırılması hususunda görüş birliği içindeydi. Etem Menderes, bakanlıkların merkez teşkilatından olup da seçimlere muhalefet partilerinden girenlerin, bağlı bulundukları Bakanlıkların kapısından içeri alınmaması gerektiğini yüksek sesle telaffuz ederken, Cumhurbaşkanı Bayar memurlar arasında tasfiyenin kaçınılmaz olduğunu belirtiyor ve “Ben buradan işe başladım bile. Üç dört kişiye yol verdim. Sıra büyüklere de gelecek” diyordu.


Bunun yanı sıra, Demokrat Parti, iktidara gelirken geniş desteğini aldıkları aydınlar arasında başgösteren eleştiri dalgasına karşı da, giderek zoru seçmeye başlamıştır. Bu süreçteki çarpıcı bir örnek, 1950 seçimleriyle iktidara geldiklerinde kendilerine methiyeler sunan Necip Fazıl Kısakürek’in gittikçe Demokrat Parti’yi eleştiren yazılar yazması neticesinde, Necip Fazıl’ın mahkum olması ve başyazarı olduğu Büyük Doğu gazetesinin kapatılmasıdır. 

Bu eksende Üniversiteler Kanunu’nda da değişiklik yapılması gerektiğini belirten Menderes, bunların üniversite muhtariyetini yanlış anladıklarını vurgulayarak, üniversitenin siyasetle uğraşmasını men edici hükümlerin konması gerektiğini belirterek, üniversitelerden kendilerine yükselen muhalefeti dizginlemeye çalışmışlardır.


25 yılını dolduran Yargıtay, Danıştay ve üniversite profesörlerinin re’sen emekliye sevkedilmelerinin koşulları hazırlanmış ve hükümete tüm memurlar için genel azil yetkisi verilmiştir. Bu yetkinin içeriğine göre,
hükümet görevi ne olursa olsun, istediği memuru, altı aylık bir bekletme döneminden sonra işten atabilecektir. Üstelik bu işlemlere karşı, ne yargı ne de başka itiraz yolu tanınmamıştır. 

Üniversiteler ve Yargı'dan sonra siyasal partiler de Demokrat Parti’nin baskı politikasından nasibini almıştır. İslami tabanına karşı en büyük rakip olarak gördüğü Millet Partisi de, dini siyasete alet ettiği gerekçesiyle kapatılmıştır.


DP kendi iktidarına karşı muhalefet saflarında oluşabilecek birleşmeleri engelleme arzusuyla, ayrıca muhalefet partilerinin karma liste oluşturarak seçimlere girmeleri engelleyecek kanun değişikliklerini de gerçekleştirmiştir. Böylelikle muhalefete büyük bir darbe indirilmeye 

çalışılmıştır. 

Basında, Demokrat Parti’yi eleştiren yazıların sıkça yer alması 
karşısında, basın ile Demokrat Parti’nin ilişkilerinin gerilmesine neden olmuş 

ve Demokrat Parti’ye karşı yaygın bir muhalefetin baş göstermesiyle, basına 

karşı da baskı önlemleri alınmasında gecikilmemiştir:


Menderes, 1956 yılında Basın Kanunu’nda yapılacak değişikliklerin amacını şu 
şekilde ifade etmektedir: “Bütün gayemiz, namus ve haysiyet hususunda hiçbir 
hassasiyet göstermeyen, şeref ve haysiyetlere karşı çok mübalâtsız davrananların, 
bir de siyasi ihtiraslarla gözleri karadıktan sonra, bütün bir topluluğa, bütün 
Demokrat Parti topluluğuna envaiçeşit ağır ithamlar altında “haysiyetsizlik, 
namuzsuzluk, şerefsizlik” ithamları altında bulundurulmalarının, matbuat hürriyeti
cümlesinden olduğunu kabul etmemektir”


Demokrat Parti’nin giderek otoriterleşmesine verilebilecek bir diğer örnek de hükümetin radyo olanağından, en azından seçim dönemlerinde, muhalefetin de yararlanmak istemesi talebinin geri çevirmesidir. Demokrat
Parti, CHP tarafından seçim sisteminde bir tavize zorlanmış, keza, muhalefetteyken Demokrat Parti de CHP hükümetinden seçim sisteminde bir düzenleme gerçekleştirmesini istemişti fakat Demokrat Parti muhalefetin seçimlere girmeme tehdidine rağmen, bu talebi kabul etmemiştir.

Menderes, yine 1957 yılında muhalefetin radyoda konuşma talebine şu cevabı verecektir: “…Burada söyledikleri yetmiyormuş gibi bunu radyo ile bütün memlekete bütün dünyaya duyuracaklar. Bu nazik devirde, memleketin bu gaileleri içinde iktidarın esasen çok ağır olan mesuliyetlerini en ileri
bir mesuliyetsizlik hissiyle büsbütün iktihamı gayrikabil bir hale getiren bir muhalefete devletin bütün vasıta ve imkânları nasıl tevdi olunur? Buna layık oldukları günü de, görürüz, inşallah arkadaşlar.”

İhtilal söylentileri, öğrenci protestoları ve mitingler karşısında Demokrat Parti kin ve husumet cephesi olarak nitelendirdiği muhalefete karşı, açıkça milleti Vatan Cephesi kurmaya çağırdı. İktidar ve muhalefet partileri arasındaki cepheleşme halka da yansıdı. Dönemi yaşayanların anlattığına göre, özellikle köylerde DP ve CHP'lilerin gittikleri kahveleri ayırdıkları, aynı camilere gitmedikleri ve çocuklarını evlendirmedikleri iddia edilir. Vatan Cephesi örgütü ocaklar kurarak ülke genelinde kısa sürede örgütlendi. Bu ocakların yalnız DP’lilere değil bütün vatandaşlara açık olduğu bildirildi ve radyodan yapılan yayınlarda her haber saati öncesinde bu cepheye katılan vatandaşların isimleri okunmaya başlandı. Bu uygulamanın yanı sıra birçok yerde yayınlanan ve iktidar lehine haberler yapan Vatan Cephesi adında gazeteler yayınlanmaya başladı. Birçok kişinin adının kendisinin bile haberi olmadan cepheye katılanlar arasında açıklandığı vefat etmiş insanların ya da çocukların da kaydedildiği iddia edilir.

Vatan Cephesi’nin kurulması  ve muhalefetin şiddetle karşı çıktığı tahkikat komisyonunun kurulmasının da gerekçesini oluşturmuştu. Bu süreç ise, Demokrat Parti’nin sonunu hazırlayacaktır.

1954 seçimlerinden sonra ve bu seçimlerden aldığı cesaret ile Demokrat Parti gerçek yüzünü daha net ortaya koymaya başlamıştır. 1950’den itibaren siyaset sahnesini yönlendirdiğine inandırılan millet, siyasetteki belirleyici rolün aslında sermaye’de olduğunu görmeye başlamıştır. 1950’de CHP’den milletin eline geçen siyaset oyununun ipleri, bu dönemde DP oligarklarına ve güçlenmeye başlayan sermayeye geçmiş, millet siyasi aktörlükten figüranlığa inmiştir. Bu dönem, DP’nin 1950-1954 yılları arasındaki 4 yılın mirasını yemeye başladığı dönemdir.

Seçimlerden sonra muhalefete karşı çok sert tutumlar takınılır. Millet Partisine oy veren Kırşehir ili ilçe yapılır. Siyasal partilerin seçimlerde radyodan yararlanması engellenir. Muhaliflerin yanında olduğu sayılan üniversite öğretim üyelerine ve memurlara karşı cephe alınır ve güvencelerine son verilir. 1954 yılı başlarında Millet Partisi kapatılır. Basın Kanununda yapılan değişikliklerle, devletin siyasal ve parasal saygınlığını sarsacak nitelikte haber yazmanın cezası arttırılırken, basına, iddialarını ispat hakkı tanımaz.

DP’deki değişim yalnızca memur kıyımıyla sınırlı kalmıyordu. Emekli Sandığı Kanunu’nda değişiklik yapıldı, ayrıca devlet memurlarıyla ilgili köklü değişikliklere gidildi. Memurların iş güvencesi kaldırıldı. Bu değişiklikler yapılmadan, bu kanunlarla ilgili Menderes’le görüşmek isteyen CHP Grup Başkan Vekilleri randevu bile alamadılar. 

DP tek despotizmine doğru yol almaya başlamıştı. Tek çözüm, parti içi mekanizmalardan gelecek olan tepki, belki de başkaldırı idi! Parti içinde olup da farklı ses verenler, ‘siyaseten prim kazanmak’ amacıyla hareket ettiğinden böyle bir tepki veya başkaldırı Demokrat Parti’ye hiçbir zaman gelmedi.

Demokrat Parti iktidarı bir yandan baskıcı rejim hazırlıkları yaparken, diğer yandan Türkiye’nin şantiye hali devam ediyordu. Ancak iktisadi hayat ilk dört yıl gibi yolunda gitmeyecek, 1954-1958 yılları arasında, Anadolu’da 30-35 yılda bir görülen kuraklık yaşanacaktı. Ayrıca, 1952’de Kore Harbi’nin sona ermesi sebebiyle ihraç mallarının fiyatı yarı yarıya düşecek, dış ödemeler dengesi 1960 yıllarının ortalarına kadar Türkiye’nin aleyhine olacaktı. Son olarak da 1954 yılından sonra soğuk savaş şartlarında ABD ve Avrupa'nın yanında saf tutmak her yıl bütçenin % 30’unun Milli Savunma giderlerine ayrılması zorunluluğunu doğuracaktı.

Dış ilişkilerde de hareketli günler yaşanıyordu.İngiltere, Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturmak için bir konferans düzenleyeceğini Türkiye ve Yunanistan’a 1955 Haziranında bildirdi ve bu ülkeleri konferansa davet etti. Görüşmeler sürerken ilişkilerin son derece gergin olduğu bir ortamda 5 Eylül 1955 Pazartesi günü Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldığı iddiası görüşmeleri çıkmaza soktu. Bu söylentinin Demokrat Parti tarafından yürütülen ve kilitlenen görüşmelere son vermek üzere Hükümetin talimatı ile İstihbarat Teşkilatı tarafından yayıldığı Yassıada Mahkemeleri'ndeki suçlamalardan biri olarak gündeme gelecekti.  

Bomba haberi üzerine, 6 Eylül 1955 Salı günü İstanbul Beyoğlu’nda toplanan kalabalık, sloganlarla Atatürk’ün evine yapılan saldırıyı protesto etti. Ancak akşam saat 19.00’dan itibaren protesto, toplum psikolojisi ve tabii ki malum provokatörler sebebiyle nitelik değiştirdi. Daha çok Rum vatandaşların bulunduğu bölgelerde dükkanların vitrinleriyle kepenkleri kırıldı, yine Rumlara ait binalar, kiliseler, eğlence yerleri, okullar hatta mezarlıklar bile tahrip edildi. 7 Eylül Çarşamba sabahına kadar devam eden olaylar sonunda yanmış, yıkılmış ya da ağır şekilde tahrip edilmiş beş bin bina vardı. Bu binaların büyük çoğunluğu Rumlara; bazıları da binaları tahrip edilen Rumlara komşu Türk, Ermeni ve Musevi’lere aitti. Bu tecavüzler, İstanbul’a nazaran çok daha küçük ölçüde olmak üzere İzmir’de ve Ankara’da da görüldü.

6 Eylül akşamı İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes saat 20.00 treniyle Ankara’ya hareket etmişlerdi. İzmit’e vardıklarında olayların kontrolden çıktığı bilgisi kendilerine haber verildi.Başbakanlıktan yayınlanan bildiri ile İstanbul ve İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi.

6-7 Eylül Olaylarının gerginliği iç politikaya da yansıdı. Olaylardan bir ay sonra, DP IV. Büyük Kongre hazırlıklarının yoğunlaştığı günlerde, DP’li 11 milletvekili “ispat hakkı” konusunu gündeme getirdiler. Basına “ispat hakkı” tanınmasını, böylelikle yayın organlarının kolayca sansür edilmesinin önüne geçilmesini isteyen milletvekilleri bazı önemli isimleri de yanlarına çekerek genişlediler.

Ancak DP ye hakim olan baskıcı anlayış, bu milletvekillerinin bir kısmını ihraç etti, kalanlar da DP’den istifa etti. Ayrılan milletvekilleri 20 Aralık 1955’te Hürriyet Partisi isimli bir parti kurdular. Genel Başkanlığını Fevzi Lütfü Karaosmanoğlu’nun yaptığı Hürriyet Partisi’nde hiçbir zaman düzenli ve akılcı bir çalışma ortamı kurulamadı. Partinin bir çalışma programı yoktu. Partinin ileri gelenleri gece yarılarına kadar toplantılar yapıyor, ancak bu toplantılarda partinin gelişmesiyle ilgili herhangi bir karar alınmıyordu. Üstelik, bu toplantılardaki önemsiz konuşmalar, ertesi gün DP ve CHP Genel Merkezi koridorlarına çoktan ulaşmış oluyordu. Parti kurucuları ve Yönetim Kurulu Üyeleri kendi seçim bölgeleri dışında başka yerlerle ilgilenmiyor, yurt gezileri düzenlemiyorlardı. Hürriyet Partisi milletvekili sayısında bir ara CHP’yi geçip ana muhalefet partisi olduysa da, muhalefetini meclis dışına taşıyamadı.

Oysa ki 1955 sonbaharında muhalefet yapmak için elverişli bir ortam vardı. 1955 yılının ilkbaharında havaların soğuk gitmesi tarım ürünlerinin fiyatlarının aşırı yükselmesine yol açmıştı. Ayrıca inşaat malzemesi, traktör, yedek parça, otomobil lastiği, kalay, çivi, mıh, ilaç gibi birçok ihtiyaç maddesi de döviz darlığı sebebiyle piyasada bulunmuyordu. 1955 Haziran sonunda tekel maddelerine ve Sümerbank ürünlerine yapılan zamlar halk arasında memnuniyetsizliği arttırmış, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Fatin Rüştü Zorlu’nun 300 milyon dolarlık bir kredi temin etmek üzere ABD’de uzunca bir süre kaldıktan sonra Türkiye’ye elleri boş olarak dönmesi havayı daha da ağırlaştırmıştı.

Bütün bu olumsuzluklar içinde Demokrat Parti, tarihinin son Büyük Kongresi olan Dördüncü Büyük Kongreyi topladı. Yaklaşık 1300 delegenin katıldığı kongrede seçimler, ilk üç kongrenin aksine hemen ikinci gün yapıldı. 15 Ekim 1955’de çalışmalarına başlayan kongrede, 16 Ekim günü seçimler gerçekleşti. 17-18 Ekim günleri delegelerin eleştiri ve dileklerini dile getirmeleriyle geçildi. 

Son iki günün tek önemli olayı, 18 Ekim 1955’te İstanbul delegelerinden 50 imzalı önerge verilmesiyle başladı. Önerge, uzun tartışmalara ve kavgalara yol açtı. Önerge ile “partiden ayrılan milletvekillerinin milletvekilliği sıfatının da kaldırılmasını sağlamak üzere bir kanun çıkarılması” teklif ediliyordu. Menderes yaptığı konuşmada bu önergenin lehine sözler söyledi. “Partiden çıkarılan milletvekillerinin DP içindeki kuyruklarının da kesilmesi gerektiğini” ifade edince de gerginlik arttı. Önerge, müzakere yapılmaksızın oya kondu. Gürültüler ve itirazlar arasında Divan Başkanlığı önergenin kabul edildiğini açıkladı.

Milletvekillerinin özgür iradesini kısıtlayan, Genel Başkan'a biat sonucunu yaratacak bu tedbir bu gün bile tartışmaya açıktır.

Dördüncü Büyük Kongreden yaklaşık 45 gün sonra yaşanan önemli bir olay Demokrat Parti’yi karıştırdı ve partinin dönüm noktası oldu: 29 Kasım 1955 Salı günü Dr. Burhanettin Onat başkanlığında toplanan DP Meclis Grubunda İktisat ve Ticaret Bakanı Sıtkı Yırcalı hakkındaki gensoru önergesi görüşülecekti. Ancak Grup, yoğun baskısıyla gensoruyu hükümete yöneltti ve arkası arkasına kürsüye çağırdığı bakanları istifa ettirdi.

Bunun üzerine kürsüye gelen Menderes, Bakanlar Kurulu’ndaki bakanların toptan çekildiğini belirterek, kendisi ile ilgili kararı da grubun vermesini “kaderimi sizlerin reylerinize terk ediyorum” sözleriyle istedi. Başbakanın bu konuşması gruptaki havayı yumuşattı. Gruba başkanlık eden Burhanettin Onat, Adnan Menderes hakkındaki güvenoylamasına geçti. Bir-iki milletvekili hariç bütün grup Menderes’in lehinde oy kullandı. Menderes’in bakanlarını düşüren grup Menderes’e aşırı sevgi ve heyecanla sahip çıkmıştı.
Bunun üzerine Menderes tekrar kürsüye geldi, gruba teşekkür etti ve “Aslanlar gibi insanlarsınız; siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz. Size layık olmaya çalışacağım” diyerek kürsüden indi.

Birçok tarihçi, bu grup toplantısının Menderes’in zaferiyle sonuçlandığı kanaatini taşır ve Menderes’in sözleri üzerinde durur. Bu sözlerle Menderes’in laiklik karşıtı, irticacı düşüncelerinin su yüzüne çıktığını vurgularlar. Bir kısım ise Menderes’in bu olayla, kendi bakanlarını gözünü kırpmadan harcamış bir başbakan olarak tarihe geçtiğini savunmaktadır. Bunu aslında her iki görüşün toplamını alarak değerlendirmek doğru olacaktır.

Demokrat Parti'nin sertleşme politikası seçimlerden önce kendini göstermişti. Muhalefet önderlerine baskı uygulanmaya başlanmış, CHP,  genel sekreteri altı ay hüküm giymişti. CMP önderi ise 1957 seçimlerinin kampanyasında cezaevindedir. 

27 Ekim 1957 tarihinde yapılan ve katıldığı son seçimde Demokrat Parti oylarını yüzde ellinin altına düşürdü ve % 47.3’te kaldı. Cumhuriyet Halk Partisi % 40.6 oranını yakaladı. Çoğunluk sistemi yürürlükte olduğundan, oy oranlarına göre milletvekili sayılarındaki adaletsizlik bu seçimlerde de göze çarpıyordu: DP 408 milletvekili, CHP 173 milletvekili kazandı.

27 Ekim 1957 seçimlerinin üzerinden 2 yılı aşkın süre geçince CHP lideri İsmet İnönü Anadolu gezisine çıktı. İstanbul’da, Konya’da, Uşak’ta, Kayseri’de, İskenderun’da olaylar çıktı; polisler İnönü’yü karşılamak isteyen halkı zor kullanarak dağıttı.

Demokrat Parti Meclis Grubu bir bildiri yayınlayarak, CHP’yi halkı ve askeri ayaklanmayı kışkırtmakla ve bütün yurtta yıkıcı grupları kendi çevresinde toplamakla suçladı.

Siyaset alanındaki bu gerileme aslında iktisadi düşüşü yansıtıyordu. Eldeki kaynakların plansız programsız kullanılması,  tarım alanında elde edilen gelişmenin sürdürülememesi,  bozulan dış ticaret dengesi,  döviz varlığının tüketilmesi,  hızlı kalkınma modelini gerçekleştirmek isteyen hükümetin enflasyonu engelleyememesi,  ekonomiyi dar boğaza sokar.

 Enflasyon yüzde 20 ‘ye doğru tırmanmış,  Türk parası değeri yüzde 320 oranında devalüasyona uğratılmış önemli oranda dış borç alınmış lakin devlet bu borçlarını ödeyemez duruma düşmüştür.

Başarısızlığa düştükçe sertleşen Demokrat Parti,  muhalefetteyken eleştirdiği Milli Korunma Kanununu tekrar yürürlüğe koymak zorunda kalmıştır. Enflasyon ise sabit gelirlileri özellikle,  işçi,  memur ve subayları ezmiştir.

Bu arada sesini duyurmaya çalışan muhalefete de seçimlerden önce başlayan baskı şiddetle artmıştır. Muhalif gazete ve sahipleri hapis cezalarına uğrarken,  radyo tümüyle DP hükümetinin yayın organı durumuna sokulmuş, Radyolarda muhalefetin sesi duyulmaz hale gelmişti.

Bu arada CHP de son alınan seçim sonuçları ile bir diriliş ruhuna girmişti.12 Ocak 1959'da başlayan 14. Kurultay, "iktidara yürüyen parti" havasında gerçekleştirildi ve burada "düzen değişikliği programı" niteliğindeki "İlk Hedefler Beyannamesi" kabul edildi. Bildirgeye göre demokratik kurumların kurulması ve hukuk devleti olunması öngörülüyordu. Ayrıca işçi haklarından da söz edilmekteydi. İnönü ve Gülek, tekrar Genel Başkanlığa ve Genel Sekreterliğe seçildiler.
17 Ocak 1959'da Başbakan Adnan Menderes'i Londra'ya götüren Vickers Viscount 793 tipi "TC-SEV" uçağı Gatwick Havalimanı yakınlarında düştü. 6 yolcu ve mürettebatın yaralı olarak kurtulduğu kazada başbakan Adnan Menderes'in ayağı sıkışmıştı fakat daha sonra Sakarya milletvekili Rifat Kadızade Başbakanı kurtardı. Bu olay iktidar ile ana muhalefet arasında geçici bir süre için de olsa yumuşama sağladı.
28 Eylül 1959'da Kasım Gülek Genel Sekreterlikten istifa etmiş, yerine İsmail Rüştü Aksal Genel Sekreter olmuştur.
CHP'liler 1959 bahar aylarında Batı Anadolu illerini kapsayan ve Büyük Taarruz adı verilen bir seçim kampanyası başlattılar. Ülke ise büyük bir gerginlik içindeydi. Bu geziler sırasında İnönü,Uşak’ta taşlı saldırıya uğradı. Devlet güçleri olaya müdahale etmediler. Siyasette CHP-DP kavgası gitgide su üstüne çıkıyordu. 1960 yılı başlarında basına uygulanan sansür de artmıştı. CHP'nin yayın organı Ulus Gazetesi kapatılmıştı. 2 Nisan 1960'ta Kayseri'ye giden İnönü'nün treni durduruldu. İsmet Paşa kurulan barikatları elleriyle yararak şehre ulaştı ve kendisini Kayseri'de 50 bin kişi karşıladı. 


7 Nisan'da DP Meclis Grubunun bir bildiri yayınlandı Bildiride "CHP'nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı, orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı" öne sürüldü. Bu bildirinin ardından DP Meclis Grubu TBMM Başkanlığı'na muhalefetin ve basının eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verdi. Tahkikat Komisyonları kuruluyordu.
İsmet İnönü o gün TBMM de yaptığı konuşmada,
Kendilerinin ihtilalden gelip demokrasiye geçtiklerini, ihtilal yapmalarının olanaksız olduğunu, kurulacak komisyonun gayrı meşru olduğunu, TBMM'nin üstünde bir baskı düzeni getireceğini, bu durumun kendileri dışından kaynaklanan bir ihtilale yol açacağını söyledi. 
"Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam... Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır." 

Bu konuşma karşısında Meclis, İnönü'ye 12 oturum Meclis'e katılmama cezası verdi.

Önerge 27 Nisan 1960 tarihinde Meclis'te büyük bir çoğunlukla kabul edildi. 28 Nisan 1960 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe konuldu. Buna göre bir 15 üyeli ve tamamı Demokrat Parti milletvekillerinden oluşan Tahkikat Komisyon'u kurulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı.
Bu konuşmaları yayımlamak yasaktı. Buna rağmen Ulus ve Demokrat İzmir gazeteleri aynen bastılar, bu ve başka yollardan ülkenin her yanına dağıldı. CHP boyun eğmek niyetinde değildi. İnönü bunu açıkça Mecliste söylemişti. Bir de bunalımdan çıkar yol göstermişti: demokrasinin gereklerine uyarak dürüst bir seçim yapmak. Ama Menderes "ihtilal olabilir" uyarısını, "bunlar ihtilal yapmak istiyor" biçiminde yorumlayarak DP Grubunu daha şiddetli önlemler almaya ikna etti.
Tamamı DP milletvekilinden oluşan 15 üyeli komisyonun görev ve yetkileri :

- Muhalefet ve basın aleyhinde ortaya atılan tüm iddiaları bu komisyon soruşturacaktı.


- Her türlü siyasi faaliyet hakkında önleyici karar almak; mitingleri, toplantıları yasaklamak 


- Her türlü yayını yasaklamak, yayın organlarının basım ve dağıtımını durdurmak ve kendilerince gerekli her 
belgeye el koymak(Belge aradığı her kurumu, her evi izinsiz basma yetkisi vardı.)


- Meclis görüşmeleri ya da önergeler sadece Resmi Gazete’de yayınlanabilecekti.


- Hükümet bütün iletişim araçlarından istediği gibi yararlanabilecekti.


Anlaşılacağı üzere komisyon, TBMM’den ve mahkemelerden daha güçlüydü; savcı ve hâkimlerin bütün yetkisini elinde tutuyordu.


Öyle ki:
- Komisyonun alacağı önlem ve kararlar kesin olacak; bu önlem ve kararlara hiçbir şekilde itiraz edilmeyecekti.


- Komisyonun karar ve önlemlerine karşı çıkanlar 1 yıldan 3 yıla kadar ağır hapisle cezalandırılacaktı.


- Komisyon kararlarının icra ve infazında sivil ya da asker hangi görevlinin ihmali görülürse o kişi 6 aydan 3 yıla kadar hapsedilecekti. Keza soruşturmayla ilgili olayları açıklayanlar da aynı cezaya çaptırılacaktı.

Komisyon kurulur kurulmaz aynı gün iki karar aldı:
- Partilerin kongre, toplantı düzenlemeleri, siyasal etkinliklerde bulunmaları ve yeni örgütler kurması yasaklandı.


- Komisyonun yetki, görev, karar ve çalışmaları hakkında yayın yapılmasına ve konuyla ilgili TBMM’de görüşme yapılmasına yasak getirildi.

Milliyet Gazetesi 19 Nisan 1960’ta manşeti attı: “Her türlü siyasi faaliyet yasaklandı”.


Bu komisyon kararları doğrultusunda muhalif yazılar yazan gazeteciler hapse atılmaya başlandı.


Tahkikat Komisyonlarının kurulmasını Demokrasi'nin bitişini ifade ediyordu. Ülke açıkça despotizme gidiyordu. Tahkikat Komisyonu'nun kurulmasına dair kanunun kabul edilmesi üzerine 28 Nisan 1960 sabahı İstanbul Üniversitesi bahçesinde, bir protesto mitingi düzenlenmiştir. Üniversite öğrencilerinin düzenledikleri bu miting sırasında, polislerin okul bahçesine girmeleri üzerine olaylar büyümüş ve Beyazıt Meydanı'na kadar genişlemiştir. Bu sırada polisler tarafından öğrencilere ateş açılmış ve Malatya doğumlu Orman Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki Turan Emeksiz öldürülmüş,  Rektör Sıddık Sami Onar tartaklanmıştır. 

Bu olaylar nedeni ile Hükümet sıkıyönetim ilân etti, Üniversite tatil edildi. Yayın yasağı getirildiği için olaylar kulaktan kulağa aktarıldı.

Ertesi gün Ankara'da Siyasal Bilgiler ve Hukuk öğrencileri gösterilere başladılar. Polis başa çıkamayınca ordu birlikleri geliyordu. İktidar sertleştikçe sertleşiyordu. 
Buna karşı İnönü şöyle diyordu:
"Biz tedbiri aldık. Bu tedbiri yürüteceğiz diyorsunuz... Gayrımeşru baskı rejimine girmiş olan idarelerin hepsi böyle demiştir... Bu tedbire teşebbüs eden baskı tertipçileri zannediyorlar ki: Türk Milletinin Kore Milleti kadar haysiyeti yoktur." (Kore diktatörü Rhee, öğrenci ve halk gösterileri karşısında, 21 Nisan 1960'ta istifa etmek zorunda kalmıştı.) 

Menderes radyoda konuşmalar yapıyor, Ege'ye gidip İzmir'de kendisini karşılayan kalabalıklar karşısında maneviyat yükseltiyordu.

Bayar, Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'in 30 Nisan'da yaptığı hükümetin istifa etmesi tavsiyesine "Hayır, tenkit zamanı geçti. Şimdi tenkil (örnek ceza, ortadan kaldırma) zamanıdır," diyordu. Oysa ordudan işaretler geliyordu. Emekli olmak üzere izne ayrılan Kara Kuvvetleri Kumandanı Cemal Gürsel, Millî Savunma Bakanı Ethem Menderes'e yazdığı mektupta Cumhurbaşkanı ve hükümetin değişmesi gerektiğini söylüyordu.
21 Mayıs günü Harb Okulu öğrencileri Atatürk Bulvarında yürüyüş yaptılar. Düşünülen tek çare, Harp Okulunun en kısa zamanda tatile göndermek oldu. DP Genel İdare Kurulunun ve DP Meclis Grubunun Menderes'i tuttuğu yoldan geri çevirmek için yaptıkları girişimler de onu etkilemedi.

Tüm bu gelişmeler sonucunda ülkenin faşist bir diktatörlüğe gitmesini engellemek gayesi ile 27 Mayıs İhtilali gerçekleştirildi.

Yassıada Yargılamalarını ayrı bir başlık altında anlatmaya çalışacağım.


1957 ye KADAR Gün Gün
DEMOKRAT PARTİ TARİHİ
( 22 Temmuz 2007 seçimlerine iktidar partisi AKP, liderini 1950-60 döneminin başbakanı Adnan Menderes ile özdeşleştirerek girmeyi önemli bir seçim kozu olarak belirlemiştir. Bu tercihin temelinde, bizlerin belleği silinerek yeniden formatlanmış, yoğun propaganda altında doğruları ve değer ölçüleri çarpıtılmış bir kitle olmamıza duyulan güven yatmaktadır. Ekli kronolojik Demokrat Parti tarihi o dönemi hiç yaşamamış, yaşayıp da unutmuş olanlar için hazırlanmıştır ).
7 Ocak 1946 : Demokrat Parti; Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan tarafından kuruldu.
21 Temmuz 1946 : Yapılan ilk çok partili seçimde CHP 396, ancak 16 ilde seçime girebilen DP 62, bağımsızlar ise 7 milletvekili çıkardı.
18 Temmuz 1948 : Demokrat Parti’den ayrılan, Kurtuluş Savaşı komutanlarından Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı Millet Partisi'ni kurdu.
14 Mayıs 1950 : Genel seçimlerde halk, CHP’nin 27 yıllık tek parti iktidarına son verdi. Seçimlerin sonucunda; Demokrat Parti %53.3 oy oranı ile TBMM’ye 408 milletvekili soktu. CHP %39.9 oranında oy almasına rağmen 69, MP ise 1 milletvekili ile temsil edildi.
22 Mayıs 1950 : Celal Bayar Türkiye Cumhuriyeti’nin üçüncü cumhurbaşkanı oldu. Adnan Menderes başkanlığındaki ilk Demokrat Parti hükümeti kuruldu. Refik Koraltan da Meclis Başkanı olarak göreve başladı.
29 Mayıs 1950 : Başbakan Menderes “sadece millete malolmuş inkilâpları saklı tutacağız” dedi. (İrticaya ilk yeşil ışık yakılmış oldu).
6 Haziran 1950 : DP hükümeti; Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer bazı generalleri görevlerinden aldı.
16 Haziran 1950 : Demokrat Parti hükümetinin ikinci önemli icraatı, Arapça ezan okunma yasağını kaldırması oldu. (Türkçe ezan yasaklanmamıştır, yalnızca ezanın Arapça da okunabileceği belirtilmiştir. Ne var ki, bu karar 1932’den beri Türkçe okunan ezanın sonu olmuştur).
5 Temmuz 1950 : Radyodan dini program yayın yasağı kaldırıldı
* 7 Temmuz 1950 : Dünya Bankası Türkiye'ye 16 milyon 400 bin dolar kredi açtı

Temmuz 1950 : Kuzey-Güney Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletler bütün ulusları, komünist Kuzey Kore’ye karşı ABD’nin geniş katılımıyla oluşturulacak askeri güce katılmaya çağırdı.
* 28 Temmuz 1950 : Türk Barışseverler Cemiyeti'nin Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesini protesto amacıyla bildiri dağıtmasına izin verilmedi, Cemiyet başkanı Behice Boran ve genel sekreter Adnan Cemgil tutuklandı.
1 Ağustos 1950 : Türkiye Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı'na (NATO) başvurdu.
16 Eylül 1950 : Türkiye'nin, NATO’ya girme başvurusu reddedildi.
* 28 Ağustos 1950 : Bir yazarın okul tarih kitaplarından İnönü'nün adını çıkartması tartışmalara yol açtı.
* 3 Eylül 1950 : Belediye seçimlerinde 600'ü aşkın CHP’li belediyeden 560'ı Demokrat Parti’nin eline geçti.
25 Eylül 1950 : General Tahsin Yazıcı komutasındaki 4500 kişilik bir tabur, tüm masraflar bize ait olmak üzere ve TBMM kararı olmaksızın Kore Savaşı’na gönderildi. (Bu, başta ABD olmak üzere Batı’nın gözünde makbul olabilmek için onlar tarafından en geçerli ihraç malımız kabul edilen Mehmetçik’in uluslar arası düzeyde ilk pazarlanışıdır).
3 Aralık 1950: Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırıldı ve böylece kuran kurslarına yeşil ışık yakıldı.
12 Aralık 1950 : Hükümet, CHP Genel Merkez Binası’na el koyarak Hazine’ye
maletti.
20 Şubat 1951 : Rus yazarların kitaplarının okul kütüphanelerinden çıkarılmasına karar verildi.
* 24 Şubat 1951 : Kırşehir'de Atatürk büstü saldırıya uğradı.
* 12 Mart 1951 : Demokrat Parti Konya İl Kongresi'nde fes, çarşaf ve Arap harflerinin serbest bırakılması istendi.
* 13 Mart 1951 : Demokrat Parti İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün Halife Abdülmecit gibi sınır dışı edilmesini istedi.
* 25 Mart 1951 : Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıkladı.
* 3 Mayıs 1951 : Demokrat Parti Meclis Grubu'nda din eğitiminin genişletilmesi istendi.
4 Mayıs 1951 : Menderes Meclis'te yaptığı konuşmada "Halkevleri, Halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır" dedi. ( Halkevlerinin topluma katkılarının özeti EK-2’dedir).
28 Mayıs 1951 : Menderes Hükümeti, işçi sendikalarının faşist ve komünist sistemlerin bir öğesi olarak kurulduklarını ileri sürdü. Yeni bir sendika yasası hazırlama kararı aldı.
* 22 Haziran 1950 : İstanbul İnönü Stadı'nın adı Mithatpaşa Stadı olarak değiştirildi.
1 Temmuz 1951 : Atatürk'ün heykel ve büstlerine karşı ülke düzeyinde yaygınlaşmış olan saldırıları kınamak için, yurdun çeşitli yerlerinde protesto mitingleri yapıldı.

25 Temmuz 1951 : Atatürk Kanunu 25 Temmuz 1951'de Meclis'te kabul edildi. Amaç, Atatürk devrimlerini korumak, Atatürk heykel ve anıtlarına saldırıların önüne geçmekti.
1 Ağustos 1951 : Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu çıktı.
8 Ağustos 1951 : Hükümet, Halkevleri’ne el koydu.
* 19 Eylül 1951 : Kuzey Atlantik Paktı Konseyi, Türkiye ve Yunanistan'a NATO'ya katılma çağrısı yaptı.
20 Eylül 1951 : Türkiye’nin NATO’ya katılması kabul edildi.
* 9 Ekim 1951 : Devlet iç borçları 2 milyar 565 milyon liraya yükseldi.
* 26 Ekim 1951: İllegal Türkiye Komünist Parti’sine yönelik büyük çapta tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında Zeki Baştımar, Mihri Belli, Sevim Tarı gibi tanınmış isimler vardı.
4 Kasım 1951 : İlkokulların ders programlarına din dersi konuldu.
* 12 Ocak 1952 : ABD yönetimi, Marshall Planı çerçevesinde Türkiye'ye 58 milyon dolarlık askeri yardım yapılmasını onayladı.
* 15 Ocak 1952 : Amerika Birleşik Devletleri Türkiye'nin Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı'na (NATO) girişini onayladı.
* 21 Ocak 1952 : Milli Savunma Bakanlığı, Kore'de 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin şehit olduğunu açıkladı.
18 Şubat 1952 : NATO’ya katılma protokolünü 1951 yılında Londra’da imzalayan Türkiye, 18 Şubat’ta örgüte resmen üye oldu. Bunun neticesi olarak topraklarımıza ABD askeri üsleri kurulmaya başlandı.
5 Haziran 1952 : Lozan Antlaşmasına göre Fener Rum Patrikhanesi’nin başındaki kişinin TC vatandaşı olması gerekir. Bu ilke ilk kez ABD’den uçakla gönderilen Athenagoras’ın Türkiye’ye sokulması ile ihlal edildi. Başbakan Menderes Athenagoras’ı ziyaret etti ve elini öptü.
18 Temmuz 1952 : Türkiye, Cemiyet-i Akvam'a (Birleşmiş Milletler) elli altıncı üye olarak kabul edildi.
8 EKİM 1952 : Balıkesir’e giden CHP lideri İnönü’yü Vali kent dışında karşılayarak, kente girmemesini, girerse olaylar çıkabileceğini ve kendisinin sorumluluk almayacağını belirtti. İnönü gezisinden vazgeçti.
24 Aralık 1952 : “Anayasayı Yaşayan Dile Çevirmek” şeklinde adlandırılan yasa önerisi ile 1945 yılında türkçeleştirilmiş olan anayasa metni, yürürlükten kaldırıldı. 24 Nisan 1924’te kabul edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeniden uygulamaya kondu, anayasadaki öztürkçe kelimeler ayıklandı. ( Örneğin; “bakanlıklar”, “vekalet” oldu, Genelkurmay Başkanlığı’nın adı “Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği” şeklinde değiştirildi ).
21 Ocak 1953 : Petrollerimizin işletilmesiyle ilgili ilk anlaşma bir ABD şirketiyle yapıldı.
* 9 Nisan 1953 : Maliye Bakanı Hasan Polatkan, döviz açığının 553 milyon dolar olduğunu açıkladı.
* 14 Nisan 1953 : Döviz alım-satımı serbest bırakıldı.
* 17 Nisan 1953 : Ev kiralarına yüzde 100, dükkan kiralarına yüzde 150 zam yapıldı.
* 30 Mayıs 1953 : Sovyetler Birliği hükümeti Türkiye'ye bir nota verdi. Türkiye'den toprak talebi olmadığını, dostluk ilişkisi kurmak istediklerini bildirdi.
8 Temmuz 1953 : Millet Partisi irticai faaliyet gerekçesiyle kapatıldı, mallarına el kondu.
21 Temmuz 1953 : Profesörlerin politika ile uğraşmalarını yasaklayan kanun kabul edildi.
27 Temmuz 1953 : 2 milyondan fazla insanın öldüğü Kore Savaşı sona erdi.
* 9 Eylül 1953 : Millet gazetesi başyazarı Nurettin Ardıçoğlu 3 sene 2 ay, yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu 2 sene 1 ay hapse mahkum oldu.
14 Aralık 1953 : Hükümet, CHP’nin menkul ve gayrı menkullerinin Hazineye devredilmesine yönelik yasayı çıkardı.
Aralık 1953 : CHP’nin Ulus Gazetesi’ne el konuldu.
18 Ocak 1954 : Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu kabul edildi.
* 27 Ocak 1954 : Millet Partisi yöneticileri birer gün hapis cezasına çarptırıldı.
27 Ocak 1954 : 6234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri kapatıldı. (Köy Enstitülerinin yurdumuza katkısına ilişkin özet bilgi EK-3’te sunulmuştur).
24 Şubat 1954 : İstanbul'da sıcaklık -6 dereceye düştü. Tuna Nehri'nden koparak Karadeniz'e ulaşan ve daha sonra İstanbul Boğazı'na inen buzlar Boğazı ve limanı kapladı. Deniz trafiği durdu.
7 Mart 1954 : Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve Max Ball adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis'te kabul edildi.
8 Mart 1954 : Basını sıkı kontrol altına alan ve basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaretle suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedildi.
* 14 Mart 1954 : Demokrat Parti’den istifa ederek CHP’ye geçen Adnan Menderes’in yeğeni Özdemir Evliyazade, Cumhurbaşkanı Calal Bayar'a hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı.
18 Nisan 1954 : Mersin'de seçim konuşması yapan ana muhalefet lideri İnönü DP'lilerin saldırısı ile engellendi, İnönü alandan zorlukla kaçırılıp kurtarılabildi.
2 Mayıs 1954 : Genel seçimler yapıldı. Oyların %57,6’sını alan Demokrat Parti 503 sandalye kazanırken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabildi.
* 14 Mayıs 1954 : TBMM ilk toplantısını yaptı.Celal Bayar yeniden cumhurbaşkanı seçildi. Adnan Menderes, kabineyi kurmakla görevlendirildi. Seçimlerden hemen sonra Celal Bayar “İnce demokrasiye paydos” söylemiyle, antidemokratik yasalarla tedbirlerin sürdürüleceğinin altını çiziyordu.
30 Mayıs 1954 : Muhalefet lideri Osman Bölükbaşı’yı seçen Kırşehir, ceza olarak il olmaktan çıkarılıp ilçe yapıldı. Bununla da yetinilmedi ve bölünerek eski ilçelerinden bir kısmı ile Nevşehir ili kuruldu.
14 Haziran 1954 : Seçimlerde CHP’ye oy veren Malatya ceza amacıyla bölünerek Adıyaman ili kuruldu.
21 Haziran 1954 : Demokrat Parti kendi kadrolarını kurmak için devlette tasfiyeye yöneldi.Yeni çıkarılan bir yasayla hükumete, 60 yaşını ya da 25 hizmet
5 Temmuz 1954 : Memur Tasfiye Yasası, çıktı. Artık; memurlara bir süre için işten el çektirebilecek ya da emekli edilebilecek.
* 25 Temmuz 1951 : Atatürk Kanunu 25 Temmuz 1951'de Meclis'te kabul edildi. Amaç, Atatürk devrimlerini korumak, Atatürk heykel ve anıtlarına saldırıların önüne geçmekti.

* 7 Ağustos 1954 : Millet gazetesi sahibi Fuat Arna, bir yazısında Başbakan Adnan Menderes'e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı.
18 Ağustos 1954 : Millet gazetesi yazarı Nurettin Ardıçoğlu ile yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu gazetede çıkan bir yazıdan dolayı 7'şer ay hapis cezasına çarptırıldılar.
* 21 Ağustos 1954 : Liseler 11 sınıfa indirildi.
28 Ağustos 1954 : Emekli General Sadık Aldoğan tutuklandı. Gerekçe; Millet Gazetesine yazdığı bir yazıda adliyenin manevi kişiliğine hakaret etmek.
23 Eylül 1954 : Yeni Ulus gazetesindeki yazıları nedeniyle Hüseyin Cahit Yalçın, Cemal Sağlam, İbrahim Cüceoğlu hapis, Nihat Erim para cezasına çarptırıldı.
1 Aralık 1954 : Demokrat Parti’ye muhalif Yeni Ulus Gazetesi’nin yazarlarından Hüseyin Cahit Yalçın, “Hükümetin manevi şahsiyetini tahkir ettiği” gerekçesiyle 26 ay hapse mahkum edildi ve 79 yaşında hapse girdi.
1 Nisan 1955 : Kıbrıs’da EOKA terör örgütü faaliyetlerine başladı.
* 8 Nisan 1955 : İstanbul'da hane başına 100 gram kahve dağıtımına başlandı. Kahve alanlar, muhtarların hazırladığı listeleri imzaladı.
14 Mayıs 1955 : Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki sosyalist ülkeler yeni bir askeri ittifak içeren Varşova Paktı'nı imzaladılar.
20 Mayıs 1955 : Akis dergisi yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek tutuklandı.
9 Haziran 1955 : Türk bayrağını yırtmaktan sanık 4 Amerikalı beraat etti.
10 Haziran 1955 : İstanbul Hilton Oteli açıldı. 2,5 yılda biten otelde 300 oda, 500 yatak bulunuyor.
23 Haziran 1955 : Hükümete muhalif Akis Dergisi’nin yazı işleri müdürü Cüneyt Arcayürek “Hükümetin nüfuzunu kıracak neşriyat yapması ve bu suçu işlemekte devam etmesi ihtimalinin bulunması” gerekçesiyle 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
20 Temmuz 1955 : Polis CHP İsparta İl Kongresini dağıttı. Genel Sekreter Kasım Gülek kürsüden indirildi.
Ağustos 1955 : Karadeniz gezisine çıkmış olan CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, Sinop'ta tutuklanarak İstanbul'a getirildi ve bir gün hapiste kaldı. (Ertesi yıl benzer bir geziye kalkışması ve Rize'de dükkân sahiplerinin elini sıkması, gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay hapse mahkûm olacaktır).
5 Eylül 1955 : (Daha sonraki yıllarda Demokrat Parti’nin bir tertibi olduğu ortaya çıkacak olduğu üzere) İstanbul Ekspress Gazetesi’nde Atatürk’ün Selanik’deki evine bomba atıldığı haberi yayınlandı.
6 Eylül 1955 : Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberi üzerine, “Kıbrıs Türktür” cemiyetinin İstanbul Taksim Meydanı’nda düzenlediği açık hava toplantısı, 6-7 Eylül olaylarını başlattı. Çok önceden planlanan gösteriler, kısa zamanda Rum vatandaşların işyeri ve evlerine yönelik yağmaya dönüştü. İstanbul, Ankara, İzmir’de sıkıyönetim ilan edildi.
7 Eylül 1955 : Olaylar diğer kentlere de sıçradı TBMM olağanüstü toplandı.
Hükümet kendi tertibi olan olayları muhaliflerinin üzerine yıkmak, bir taşta iki kuş vurarak onlardan da kurtulmakamacıyla yeni bir planı uygulamaya koydu. Emniyet Amirlikleri’nce komünist olarak bilinen 48 kişi, tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklanıp Harbiye’ye getirildi. İdam talebiyle yargılanması öngörülen bu kişiler arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr. Can Boratav, Asım Besirci, Hasan İzzettin Dinamo da bulunuyordu.
9 Eylül 1955 : İstanbul’da 3, Ankara ve İzmir’de birer askeri mahkeme kuruldu.
10 Eylül 1955 : İçişleri Bakanı Namık Gedik ile İstanbul Emniyet Müdürü Alaaddin Eriş görevlerinden istifa etti.
12 Eylül 1955 : TBMM sıkıyönetimi 6 ay uzattı.
16 Eylül 1955 : İzmir'de Sabah Postası gazetesi kapatıldı, gazete sorumlu yazı işleri müdürü ve başyazarı Orhan Rahmi Gökçe tutuklandı.
19 Eylül 1955 : Muhalif yayınlarından dolayı Ankara’da Ulus Gazetesi süresiz, İstanbul’da ise Hergün, Hürriyet ve Tercüman gazeteleri 15 gün süreyle kapatıldı.
15 Ekim 1955 : Demokrat Parti’de muhalefet yaptığı gerekçesiyle 9 milletvekili partiden ihrac edildi. Onları destekleyen 10 milletvekili de kendi isteği ile partiden ayrıldı. “Onbirler Hareketi” diye anılan bu milletvekilleri, bakanlar hakkındaki iddialarda, “ispat hakkını yasaklayan kanunun” kaldırılmasını sağlayacak bir fıkranın anayasaya eklenmesini istiyorlardı. ( Gençler mantıkları almayacağı için konuyu anlamakta zorlanabilirler. Siyasiler hakkında bir iddia ileri sürenler hakaret suçuyla yargılanıp mahkum olmaktaydılar. Yargılanan kişiye iddiasını ispat hakkı tanınmamaktaydı. Reddedilen, bu hakkın tanınması isteğiydi).
24 Ekim 1955 : (Nazlı Ilıcak ile Ömer Çavuşoğlu’nun babası olan) Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu, 6/7 Eylül olaylarında uğradıkları kayıplar dolayısıyla, İzmir'deki Yunan Konsolosluğu'na, (suçluluk psikozu içerisindeki hükümet adına resmi özür yerine geçmek üzere) Yunan Bayrağı çekti ve uluslarası düzeyde özel bir yalakalık örneği verdi..
17 Aralık 1955 : Ankara ve İzmir’de sıkıyönetim kaldırıldı.
20 Aralık 1955 : Demokrat Parti’den ayrılan 19 milletvekili, Hürriyet Partisi’ni kurdular.
5 Şubat 1956 : Meriç ve Tunca nehirleri dondu; Yeşilköy ve Mecidiyeköy'e kurtlar indi ve İstanbul halkı ekmeksiz kaldı.
8 Şubat 1956 : Ekonomik sıkıntılar nedeniyle gazetelerin sayfaları 6'ya indirildi.
* 2 Mart 1956 : Cumhurbaşkanına hakaretten sanık Ulus gazetesi yazarı Şinasi Nahit Berker 1 yıl hapse mahkum oldu
8 Nisan 1956 : Başbakan Adnan Menderes , muhalefeti, "Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik"le suçladı.
29 Nisan 1956 : Ankara'da gazeteciler Oktay Ekşi, Hikmet Tanılkan, Altan Öymen, Aydın Köker ve Seyfettin Turhan götürüldükleri Çankaya Karakolunda hakarete uğradılar.
1 Mayıs 1956 : 6-7 Eylül olaylarında zarar gören kiliselere 10 milyon lira avans verildi.
31 Mayıs 1956 : CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, "Adım adım mutlakıyete gidiyoruz " dedi.
7 Haziran 1956 : Demokrat Parti hükümetinin hazırladığı yeni Basın Kanunu Mecliste kabul edildi. Hürriyet Partisi adına konuşan Turan Güneş, "Bu kanunla, değil basın özgürlüğü, basın bile kalmayacak" dedi.
9 Haziran 1956 : Basına baskılar sürüyor; Halk gazetesi toplatıldı.
14 Haziran 1956 : CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, TBMM'nin manevi şahsına hakaret ettiği gerekçesiyle 1 yıl hapse ve 4 ay Bursa'da ikamete mahkum oldu.
15 Haziran 1956 : En etkili muhalif yayınlardan haftalık Akis dergisi toplatıldı.
* 27 Haziran 1956 : Toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanunu görüşmelerinde, İnönü: "Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakiyetten bugüne geldik, siz bugünden mutlakiyete gidiyorsunuz." dedi. Muhalefet topluca salonu terk etti. Tasarı DP'lilerin oylarıyla yasalaştı.
22 Temmuz 1956 : Akis dergisinin yine toplatıldı.
30 Temmuz 1956 : Ordu, Giresun ve Trabzon'da Cumhuriyet Halk Partililerin siyasi toplantı yapmalarına izin verilmedi.
4 Ağustos 1956 : Ulus gazetesi toplatıldı.
13 Ağustos 1956 : Bakanlar Kurulunca ortaokullarda din dersi okutulmasına karar verildi.
* 14 Eylül 1956 : Akis dergisi toplatıldı.
* 28 Eylül 1956 : Maliye, İstanbul'da hazineye ait 10 bin arsa ve 500 binayı satışa çıkardı.
11 Şubat 1957 : CHP Genel Başkanı İnönü’nün damadı ve Akis Dergisi başyazarı Metin Toker tutuklanarak cezaevine girdi.
14 Şubat 1957: Başbakan Menderes, Ankara'da Kocatepe camii'nin yapımı için cami yaptırma derneği'ne 100.000 TL bağış yaptı.
11 Nisan 1957 : Halk gazetesi sahibi Ratip Tahir Burak, bir karikatürü nedeniyle tutuklandı.
17 Nisan 1957 : Atatürk Orman Çiftliğinden arazi satılabilmesine olanak tanıyan kanun kabul edildi. (Atatürk’ün elleriyle oluşturduğu ve Türk halkına armağan olarak bıraktığı bu çiftliğin bugün yarıyarıya yağmalanmış olmasına yol açan süreç de böylece başlamış oldu).
* 6 Mayis 1957 : Istanbul, Ankara, Eskisehir, Adana ve Bursa'da işçi sendikalari kapatildi.
11 Mayıs 1957 : Zaman Gazetesi'nden Nusret Safa Coşkun ve Rıfat Ekinci birer yıl hapse mahkum oldular.
19 Mayıs 1957: Kayseri'de halka yaptığı açıklamada Menderes, DP'nin iktidarda olduğu yedi yıl içinde yeni 15.000 cami inşa edildiğini ve başta Süleymaniye olmak üzere 86 caminin onarıldığını belirterek öğündü.
27 Mayıs 1957 : Demokrat İzmir gazetesi 1 ay süreyle kapatıldı.
31 Mayıs 1957 : Bakırköy Derbi Lastik Fabrikası hammadde yokluğundan kapandı, 720 işçi işsiz kaldı.
1 Temmuz 1957 : 30 Haziran 1954 tarihinde ilçe yapılan Kırşehir yeniden İl yapıldı.
* 2 Temmuz 1957 : CMP Genel Başkanı ve Kırşehir milletvekili Osman Bölükbaşı tutuklandı.
* 6 Temmuz 1957 : Hükümet, İstanbul Gazeteciler Sendikası'nı bir süre için kapattı.
20 Ekim 1957 : DP’nin din istismarı hızlanıyor. Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında “ İstanbul’u ikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiini de ikinci bir kâbe yapacağız” dedi.
KRONOLİJİYE DAİR KAYNAK : AŞAĞI SAKSONYA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ




DEVRİM NÖBETİNDEKİ KÖY ENSTİTÜLÜ
Çarşamba, 18 Nisan 2012 08:54
Doğu Perinçek
Kırıkkale ili Sulakyurt ilçesi Kalekışlacık köyünden Silivri’ye gelmiş ve nöbetini 
tutmuş. Öğretmenimiz Muharrem Tekin, Köy Enstitülerini şiir gibi anlatıyor. Ya 17 
bin değil de 117 bin öğretmen yetişseydi Enstitülerde? Taş ocağından sökülen 
taşlarla örülen özgüven? Bilinçlere murçla kazının halka hizmet ruhu. 72. yılında Köy 
Enstitüleri. Bugün Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun 72. yılı.
Kemalist Devrimin 1938’de Büyük Devrimci Atatürk’ün ölümüyle sona erdiğini 
düşünenlerimiz vardır. Örneğin iz bırakan şair ve düşünürümüz, dostluğuyla 
mutluluk duyduğum Attila İlhan bu görüşteydi.
Son atılımlar
 Oysa 1940’da Köy Enstitüleri’nin açılması ve 1945’te Çiftçiyi Topraklandırma 
Kanunu’nun çıkarılması, Kemalist Devrimin son atılımlarıdır.
 Bu atılımlar CHP’nin 1935 yılı Mayıs ayında toplanan 4. Genel Kongresinde aldığı 
derebeyliği tasfiye kararının uygulamalarıydı. 1937 yılı 6 Şubat’ında yapılan Anayasa 
değişikliğiyle toprak ağalarının topraklarına çok düşük ve taksitli ödemelerle el koyma 
koşulları getirilmişti. Ancak Devrim 1938 yılında önderini yitirdi ve arkasından İkinci 
Dünya Savaşı geldi. Köy Enstitüleri, cephenin dış tehdide döndürüldüğü yıllar içinde 
açıldı; çok önemlidir.
Tarih dersi
İkinci Dünya Savaşından sonra Türkiye Atlantik sistemine bağlandı ve “Küçük 
Amerika” süreci başladı. Bu olay, kuşkusuz devrimin kireçlenmeye başlamasının 
sonucuydu.
Devrimin soluğunun kesildiği koşullarda ABD Türkiye’ye girdi ve böylece toprak 
ağalığı ve şeyhlik, dünya ölçeğindeki koruyucusunun kanatları altına girdi. Köy 
Enstitüleri’ne “komünist” damgasını Atlantik ötesindeki akıl hocaları vurdu. Enstitüler, 
daha CHP yönetimi zamanında çelmelendi.
İşte 12 Eylül 1980’e oradan geldik.
1945’ten sonra Atatürk’ün “Arasız devrimler” siyasetinin terk edilmesine, CHP 
içinden önemli bir itiraz yükselmedi. “Küçük Amerika” sürecine direnenler Bilimsel 
Sosyalistlerdi. 
Bu, büyük tarih dersidir.
Türk Devriminin icatçılığı
Köy Enstitüleri, Kemalist Devrimin dünya eğitim birikimine bıraktığı çok önemli bir 
mirastır. Türk Devriminin yaratıcılığının önemli örneklerindendir. Hasan Ali Yücel’leri, 
Tonguç’ları, emek veren ve yetişen öğretmenlerimizi saygıyla anıyoruz.
 Halen Kırıkkale ilimizin Sulakyurt ilçesi Kalekışlacık köyünde oturan Köy Enstitülü 
öğretmenimiz Muharrem Tekin, İç Anadolu bozkırından 6
 Şubat 2012 günü Silivri’ye gelmiş ve iki gün nöbet tutmuş. Ergenekon ve Balyoz davalarını izlemiş. Köy 
Enstitülü her zaman devrim nöbetindedir.
 Muharrem Tekin öğretmenimiz köyüne döndükten sonra yazdığı mektupta, 
bakın Köy Enstitüleri’ni ne güzel anlatmış. Anlatmasını bilmek de bir Köy Enstitülü 
terbiyesidir.
Köy Enstitülü öğretmenimiz Muharrem Tekin’in mektubu
 Atlantikçiler dediler ki, çok partili hayata geçin, demokrasiyle yaşayın! Köy 
Enstitüleri’ni kapatın, o okullar ‘kominist’ yetiştiriyor. Bizi bizden çok iyi bilen ABD, 
500 imam hatip okulu, 6000 kursu açılmasını istemiş ve desteklemiştir.
Köy Enstitüleri fakir halk çocuklarının okulu idi. 21 Köy Enstitüsü açıldı. İlerde 
çoğalacaktı. Yalnız öğretmen yetiştirmekle kalmayacaktı. Sağlık memuru 
yetiştirmeye başlamıştı. Planında ziraat teknisyeni, ziraat mühendisi, doktor, nahiye 
müdürü, kaymakam, vali yetiştirmek vardı. Köy Enstitüsü sayısı çoğalacaktı. 
Kalkınma köyden başlayacak, göç olayı olmayacak, toprak ve tarım reformu 
yapılacaktı. Bugünkü PKK olayı zinhar olmayacaktı.
117.000 mezun verseydi
İşte yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın baş belası ABD Ortadoğu’da değil at 
koşturmak, ismi dahi olmayacaktı. Başımıza ne gelmişse, geliyorsa, gelecekse 
hepsinin kökeninde Köy Enstitüleri’nin kapatılması yatıyor.
 Köy Enstitüleri’ni kapatmakla suyu kökten kestiler. Köy Enstitüleri 17.000 
mezun verdi. 117.000 mezun verseydi, bu kötü günleri görmezdik. Köy Enstitüleri 
kapatılmasaydı, Japonya, Almanya, Hollanda’nın seviyesinin çok üstünde olurduk.
Taş ocağından taşımızı sökerek
İkinci Dünya Savaşında dünya ateşler içinde yanarken, biz devletimize yük 
olmadık. Köy Enstitülerimizi biz, kerpicimizi, tuğlamızı kendimiz dökerek, taş 
ocağından taşımızı sökerek, mahalline kağnılarla çekerek, domatımızı, fasulyemizi, 
biberimizi, sütümüzü, yoğurdumuzu kendimiz üreterek nasırlı ellerimizle yaptık.
 Devletimiz, demir, kereste, çimento, çivi ihtiyacımızı verdi.
 O günlerde mesele istiklalimizi koruyacak tek varlığımız medarı iftarımız Ordumuzu beslemek, ayakta 
tutmaktı. Yalnız bizde değil dünyanın her yerinde ekmek karneyle yeniliyordu.
İnsanı değil toprağı sömürmek
 Bize, Atatürk, bayrak, vatan, millet sevgisi yüreğimize yazılmıyor, murç ile 
kazınıyordu. İnsanları değil toprağı sonuna kadar sömürmek çok iyi öğretiliyordu.
 Kısa sürede Fakir Baykurt, Osman Şahin, Adnan Binyazar, Mahmut Makal, 
Mehmet Çimi, Mürüvvet Bilen, Ayşe Baysal, Pakize Türkoğlu, şu
 an isimleri aklıma gelmeyen binlerce aydın yetiştiren Köy Enstitüleri, şimdiye kadar devam etseydi 
100 bin, 200 bin aydın yetiştirecekti. ABD ve Avrupa Birliği bize hükmedemeyecekti. 
Dünyada bir eşi olmayan büyük Atatürk’ün devrimi sürekli devam edecek, onurlu 
gururlu bir devlet olup dünya lideri olacaktık. Türki devletlerle daha yakın, iç içe 
olacaktık.
Devrim nöbetçisinin yüreğine murçla kazınan
Şiirsel anlatımlar değil mi?
 Taş ocağından taşımızı sökerek…
Ve bilince murç ile kazınan halka hizmet ruhu, emeğe güven, özgüven, çetin 
mücadele azmi…
Köy Enstitülerinin mirasını bu iki sayfalık mektupta görüyoruz.
 Ya 17 bin değil de, 117 bin Köy Enstitülü yetişseydi.
 Tekrar Atatürk’ün “Arasız devrimler” işaretine geliyoruz. 
Muharrem Tekin öğretmenimiz bana yazdığı her mektubu şöyle bitiriyor:
“80 yaşındayım. Doğal afetler hariç, Türkiye’nin düzlüğe çıktığını görmeden 
öleceğim.”
İşte Köy Enstitülünün devrimci ruhu!